Yazarsan
Olmayacak şeylerin
olmayacağını çok önce öğrenmesi gerekirdi. Ama sınırlı öğrenme yetisi burda da
kendini göstermişti işte. Bu eskiden beri böyleydi. Küçükken bisiklete binmeyi
hiç öğrenememişti. İlkokulda okumayı öğrenememişti. Hiçbir zaman arkadaşlığı
öğrenememişti. Sevmeyi çokça denemiş ama sevilmeyi hiç öğrenememişti. Ve
öğrenemedikleri bir boşluk yumağı gibi koşup dururken ardından, o bir kez olsun
ardına bakmadı.
İlkokulda okumayı
öğrenememişti, evet, ama yazmak çok kolay olmuştu onun için. Sanki genlerine
işlenip bulduğu ilk fırsatta kendini gösteren bir yetenekti yazmak. Belki de bu
yüzden okumayı öğrenmesi bu denli zor oldu. O okumayacaktı, onu okuyacaklardı. Benliğinden
gelen bu kararla yıllarca yazdı, yazdı, yazdı… Ve günü geldiğinde pas tutmuş
kapısını gıcırtılarla açtı, hayat işte hemen orda, kapının öte yanında akıp
gidiyordu.
Yazdıklarını
okumamıştı, okuyamazdı. Ama öyle merak ediyordu ki yıllarını harcadığı,
“kağıtüstü mürekkep lekelerinin” anlamını. Sokağın hemen karşısındaki çocuk
parkına vardı acele adımlarla. Kaydıraktan kayan afacan bir çocuğa yanaştı.
-Merhaba küçük! Dedi.
Şu elimdekileri okur musun benim için?
-Ben okula gitmiyorum
ki, dedi çocuk karşısındakinin ahmakça sorusunu aşağılayarak. Nerden bileyim
onları okumayı!
Sonra koşturarak
kaydırağın merdivenlerini çıktı yine. Aynı şeyin defalarca tekrarlanması bir
tek çocuklarda sıkıntı yaratmıyordu anlaşılan.
Parkta yazdıklarını
okuyacak birini bulamayacağını tahmin etmeliydi elbette. Sokağa yöneldi yeniden
ama salıncakta sallanan kız ona seslendi.
-Seni duydum. Ben okuma
biliyorum. Eğer beni biraz sallarsan ben de o kağıtları okuyabilirim, dedi.
Sevinçle yanına yürüdü
o da. Kağıtları bebeğini başkasının kucağına veren bir anne gibi biraz güvensiz
ve oldukça nazik bir şekilde kıza verdi. Sonra arkasına geçip sallamaya başladı
onu. Heyecanla çarpıyordu kalbi. Duyacağı tek iyi kelime onu dünyanın sahibi
yapacaktı sanki. Birkaç dakika sonra “Yeter sallama.” dedi kız. “Bunları da al
sıkıldım.” dedi kağıtları uzatarak. Beyninden kalbine bir damar yandı birden.
“Neden?” dedi. Kızmıştı ama bilmiyordu kime. Yazdıklarından sıkılan bu küçük
kıza mı küçük kızları sıkan yazılar yazan kendisine mi? “Keşke daha eğlenceli
şeyler yazsaydın. Ben anlamadım bunları. Kedileri yazsaydın mesela ya da
oyuncakları. Ben onları severim.” Bir şey demeden kağıtları aldı kızın elinden
ve sokağa yürüdü incinmiş bir gururla.
Sokağa çıkınca, yattığı
köşeden kalkan kibri hızla gururunu tamir etti. “Aman canım çocuk işte, ne
anlar sanki o! Kedileri yazacakmışım…” Yeniden gülümsedi. İlerde elinde
torbalarla ağır ağır ilerleyen yaşlı bir adam gördü. Bu yeni bir fırsat
demekti.
-Merhaba, dedi. Bu
torbaları gideceğiniz yere kadar ben taşıyayım isterseniz ama siz de benim için
şu kağıtları okuyacaksınız.
Çok memnun oldu yaşlı
adam, kağıtlarla torbaları değiş tokuş yaptılar. Adam bir banka oturup
vazifesini yerine getirmeye koyuldu hemen. O ise elinde torbalar gözlerinin
içine bakıyordu adamın. Ama hevesi yeniden kursağında kaldı, dakikalar sonra
kafasını kaldırdı yaşlı adam.
-Sen bana torbalarımı geri
ver en iyisi ben taşırım, dedi.
-Neden? diye sordu. Bu
sorunun muhatabının yaşlı adam olduğu kesin değildi.
-Keşke gençliği,
eğlenmeyi yazsaydın, dedi yaşlı adam. Biz gençken neler neler yapmazdık bir
parça gülmek için. Bu yazdıklarında hiç gülünecek bir şey yok.
Cevap veremedi,
torbaları oraya bıraktı. Bir asilzade edasıyla burnu havada, kağıtlarını
adamdan alıp hızla ilerledi.
Ara sokaklardan birine
saptı. Gözleri her yerde yeni bir insan arıyordu. Yazdıklarını anlayacak, ona
da anlatacak bir insan. Girdiği tenha sokak boyunca yankılanan adım sesleri
durdurdu onu. Arkasına baktı. Tarif edilemez güzelliğiyle genç bir kadın, tam
karşısına bakarak acele adımlarla yürüyordu. Topukları arnavut kaldırıma
takılıp birkaç kez dengesi bozulduysa da aldırış etmedi genç kadın.
Ona vermek istedi
yazdıklarını. Böyle güzel bir kadın anlardı ancak güzellikten. Kadının iyice
yaklaşmasını bekledi.
-Pardon, dedi mahcupça.
Duymadı kadın, devam
etti yoluna. Peşinden koştu, koluna dokundu yavaşça.
-Pardon, bakar mısınız?
Nihayet durdu genç
kadın. Oysa bıraksan sonsuza kadar yürüyecek gibiydi. Bu kadar yakındayken
kadın -ve duruyorken- ağladığını fark etti. Hiç böylesine sessiz sakin bir ağlama
görmemişti. Gözyaşları sürekli akarken, öyle dimdik duruyordu ki kadın.
Sessizlikle yıkılmaz bir duvar örmüştü çevresine. Her an yeniden harekete
geçebilirdi kadın, o yüzden lafa girdi.
-
Şu kağıtları benim için okur musunuz?
İnanın çok önemli, yoksa rahatsız etmezdim sizi.
Hiçbir şey demeden
kağıtları eline aldı kadın. Herkesten uzun bir süre okudu. Her satırı bin kere
okudu sanki. Her kelimeye dakikalar ayırdı. Ağlaması kesildi okurken. Sayfaları
birbiri ardına çevirdi. Öylece ayakta, tenha bir sokakta bekledi ikisi de
saatler boyu. Biri sayfaların sonunu bekledi, diğeri kadının ağzından çıkacak
tek bir kelimeyi. Hiçbir zaman dilimine denk gelmeyen bir süre sonra, kadın
bitirdi okumayı.
-
Bir şey söyle, dedi adam. Nabzının
atışını boynunda, göğsünde, hatta beyninin içinde hissediyordu. Hadi! Bir şey
söyle.
Gözlerinin
içine baktı genç kadın. Sonra tek bir kelime etmeden boynuna sarıldı. Sımsıkı
sarılıyordu genç kadın. Bir anne gibi, bir sevgili gibi, bir evlat gibi. Şefkatle,
aşkla, muhtaçlıkla, katlanılmaz bir acıyla sarılıyordu. Konuşmaya lüzum yoktu
artık, hışımla itti kadını. Kağıtları da elinden aldı ve hızla gerisin geri
yürümeye başladı.
Pas
tutmuş kapısına dönene kadar önüne çıkan her çöp tenekesine kağıtlardan birini
bıraktı. Sonra içeri girip hayatla arasındaki o kapıyı bir daha açılmamak üzere
kapattı.
Bir
kalem, birkaç beyaz sayfa yetmiyordu hayata karışmaya, bilmeliydi. Kelimeler
insandan insana çarpıyor, bazen çoğalıyor, çoğu zaman paramparça oluyordu. Her
yazar kendi hiçliğini yazıyordu. Her yazar kendi kapı aralığından hayata
bakıyordu. Her insan yaşıyor, her hayat önünde sonunda bir can alıyordu.
Olmayacak
şeylerin olmayacağını çok önce öğrenmesi gerekirdi.
Belli
ki bu hayat olmayacaktı.