29 Ekim 2015 Perşembe

Yazarsan

Olmayacak şeylerin olmayacağını çok önce öğrenmesi gerekirdi. Ama sınırlı öğrenme yetisi burda da kendini göstermişti işte. Bu eskiden beri böyleydi. Küçükken bisiklete binmeyi hiç öğrenememişti. İlkokulda okumayı öğrenememişti. Hiçbir zaman arkadaşlığı öğrenememişti. Sevmeyi çokça denemiş ama sevilmeyi hiç öğrenememişti. Ve öğrenemedikleri bir boşluk yumağı gibi koşup dururken ardından, o bir kez olsun ardına bakmadı.
İlkokulda okumayı öğrenememişti, evet, ama yazmak çok kolay olmuştu onun için. Sanki genlerine işlenip bulduğu ilk fırsatta kendini gösteren bir yetenekti yazmak. Belki de bu yüzden okumayı öğrenmesi bu denli zor oldu. O okumayacaktı, onu okuyacaklardı. Benliğinden gelen bu kararla yıllarca yazdı, yazdı, yazdı… Ve günü geldiğinde pas tutmuş kapısını gıcırtılarla açtı, hayat işte hemen orda, kapının öte yanında akıp gidiyordu.
Yazdıklarını okumamıştı, okuyamazdı. Ama öyle merak ediyordu ki yıllarını harcadığı, “kağıtüstü mürekkep lekelerinin” anlamını. Sokağın hemen karşısındaki çocuk parkına vardı acele adımlarla. Kaydıraktan kayan afacan bir çocuğa yanaştı.
-Merhaba küçük! Dedi. Şu elimdekileri okur musun benim için?
-Ben okula gitmiyorum ki, dedi çocuk karşısındakinin ahmakça sorusunu aşağılayarak. Nerden bileyim onları okumayı!
Sonra koşturarak kaydırağın merdivenlerini çıktı yine. Aynı şeyin defalarca tekrarlanması bir tek çocuklarda sıkıntı yaratmıyordu anlaşılan.
Parkta yazdıklarını okuyacak birini bulamayacağını tahmin etmeliydi elbette. Sokağa yöneldi yeniden ama salıncakta sallanan kız ona seslendi.
-Seni duydum. Ben okuma biliyorum. Eğer beni biraz sallarsan ben de o kağıtları okuyabilirim, dedi.
Sevinçle yanına yürüdü o da. Kağıtları bebeğini başkasının kucağına veren bir anne gibi biraz güvensiz ve oldukça nazik bir şekilde kıza verdi. Sonra arkasına geçip sallamaya başladı onu. Heyecanla çarpıyordu kalbi. Duyacağı tek iyi kelime onu dünyanın sahibi yapacaktı sanki. Birkaç dakika sonra “Yeter sallama.” dedi kız. “Bunları da al sıkıldım.” dedi kağıtları uzatarak. Beyninden kalbine bir damar yandı birden. “Neden?” dedi. Kızmıştı ama bilmiyordu kime. Yazdıklarından sıkılan bu küçük kıza mı küçük kızları sıkan yazılar yazan kendisine mi? “Keşke daha eğlenceli şeyler yazsaydın. Ben anlamadım bunları. Kedileri yazsaydın mesela ya da oyuncakları. Ben onları severim.” Bir şey demeden kağıtları aldı kızın elinden ve sokağa yürüdü incinmiş bir gururla.
Sokağa çıkınca, yattığı köşeden kalkan kibri hızla gururunu tamir etti. “Aman canım çocuk işte, ne anlar sanki o! Kedileri yazacakmışım…” Yeniden gülümsedi. İlerde elinde torbalarla ağır ağır ilerleyen yaşlı bir adam gördü. Bu yeni bir fırsat demekti.
-Merhaba, dedi. Bu torbaları gideceğiniz yere kadar ben taşıyayım isterseniz ama siz de benim için şu kağıtları okuyacaksınız.
Çok memnun oldu yaşlı adam, kağıtlarla torbaları değiş tokuş yaptılar. Adam bir banka oturup vazifesini yerine getirmeye koyuldu hemen. O ise elinde torbalar gözlerinin içine bakıyordu adamın. Ama hevesi yeniden kursağında kaldı, dakikalar sonra kafasını kaldırdı yaşlı adam.
-Sen bana torbalarımı geri ver en iyisi ben taşırım, dedi.
-Neden? diye sordu. Bu sorunun muhatabının yaşlı adam olduğu kesin değildi.
-Keşke gençliği, eğlenmeyi yazsaydın, dedi yaşlı adam. Biz gençken neler neler yapmazdık bir parça gülmek için. Bu yazdıklarında hiç gülünecek bir şey yok.
Cevap veremedi, torbaları oraya bıraktı. Bir asilzade edasıyla burnu havada, kağıtlarını adamdan alıp hızla ilerledi.
Ara sokaklardan birine saptı. Gözleri her yerde yeni bir insan arıyordu. Yazdıklarını anlayacak, ona da anlatacak bir insan. Girdiği tenha sokak boyunca yankılanan adım sesleri durdurdu onu. Arkasına baktı. Tarif edilemez güzelliğiyle genç bir kadın, tam karşısına bakarak acele adımlarla yürüyordu. Topukları arnavut kaldırıma takılıp birkaç kez dengesi bozulduysa da aldırış etmedi genç kadın.
Ona vermek istedi yazdıklarını. Böyle güzel bir kadın anlardı ancak güzellikten. Kadının iyice yaklaşmasını bekledi.
-Pardon, dedi mahcupça.
Duymadı kadın, devam etti yoluna. Peşinden koştu, koluna dokundu yavaşça.
-Pardon, bakar mısınız?
Nihayet durdu genç kadın. Oysa bıraksan sonsuza kadar yürüyecek gibiydi. Bu kadar yakındayken kadın -ve duruyorken- ağladığını fark etti. Hiç böylesine sessiz sakin bir ağlama görmemişti. Gözyaşları sürekli akarken, öyle dimdik duruyordu ki kadın. Sessizlikle yıkılmaz bir duvar örmüştü çevresine. Her an yeniden harekete geçebilirdi kadın, o yüzden lafa girdi.
-          Şu kağıtları benim için okur musunuz? İnanın çok önemli, yoksa rahatsız etmezdim sizi.
Hiçbir şey demeden kağıtları eline aldı kadın. Herkesten uzun bir süre okudu. Her satırı bin kere okudu sanki. Her kelimeye dakikalar ayırdı. Ağlaması kesildi okurken. Sayfaları birbiri ardına çevirdi. Öylece ayakta, tenha bir sokakta bekledi ikisi de saatler boyu. Biri sayfaların sonunu bekledi, diğeri kadının ağzından çıkacak tek bir kelimeyi. Hiçbir zaman dilimine denk gelmeyen bir süre sonra, kadın bitirdi okumayı.
-          Bir şey söyle, dedi adam. Nabzının atışını boynunda, göğsünde, hatta beyninin içinde hissediyordu. Hadi! Bir şey söyle.
Gözlerinin içine baktı genç kadın. Sonra tek bir kelime etmeden boynuna sarıldı. Sımsıkı sarılıyordu genç kadın. Bir anne gibi, bir sevgili gibi, bir evlat gibi. Şefkatle, aşkla, muhtaçlıkla, katlanılmaz bir acıyla sarılıyordu. Konuşmaya lüzum yoktu artık, hışımla itti kadını. Kağıtları da elinden aldı ve hızla gerisin geri yürümeye başladı.
Pas tutmuş kapısına dönene kadar önüne çıkan her çöp tenekesine kağıtlardan birini bıraktı. Sonra içeri girip hayatla arasındaki o kapıyı bir daha açılmamak üzere kapattı.

Bir kalem, birkaç beyaz sayfa yetmiyordu hayata karışmaya, bilmeliydi. Kelimeler insandan insana çarpıyor, bazen çoğalıyor, çoğu zaman paramparça oluyordu. Her yazar kendi hiçliğini yazıyordu. Her yazar kendi kapı aralığından hayata bakıyordu. Her insan yaşıyor, her hayat önünde sonunda bir can alıyordu.

Olmayacak şeylerin olmayacağını çok önce öğrenmesi gerekirdi.


Belli ki bu hayat olmayacaktı.  

26 Ekim 2015 Pazartesi

Bir Nefeslik Ara

Zaman ne çabuk geçiyor, hayret! Bütün anılar böylesine canlı asılıyken beynimizin tavanlarına, yıllar mı geçmiş bedenimizin üstünden. Aynalar yanıltıyor bizi, çünkü aynadaki aksimiz gözlerimizin içine bakmıyor hiç. Saçına, giysisine çeki düzen verip hızla uzaklaşıyor ayna mevkiinden. Korkuyor, eğer bakarsa gözlerine, kendi gözleri hesap soracak kendinden boğuk bir sessizlik içinde. "Hani sen farklıydın!" diyecek. Hayallerin arka cebinde çürümeye mahkum mu, diyecek. Aynalar yanıltıyor bizi, çünkü hiçbirimizin tahammülü yok kendi gözlerine bakmaya.

Zaman sakar ellerine almış bir hançer, sallıyor sağa sola. Kimimizin hayatından bir sayfayı koparıyor, kimimizin sadece çizikler bırakıyor yüreğinde. O çizikler ki, bir ömür göğüs kafesine kirli kan sızdıracak. Kaçmak istiyoruz zamandan ama çok büyük, dünyalarca büyük. Sonra yıldızlarca parçası var, mutlak biri gırtlağımızı sıkıyor ıssız köşe başlarında. Anlıyoruz, "zaman kaçağı" diye bir sözcük öbeği yok hiçbir dilde, ağlak kabullenişlerimizle zaman tutsağı oluyoruz. 

Zaman, geceleri yuvarlıyor gökyüzüne. Bir o vakit özgür bırakıyoruz hayalleri. Rengarenk oluyor her yer, mutluluk nüfuz ediyor en yorgun hücrelerimize. Güneşin sinsi gözleri göründü mü masal dağlarının eteklerinde, gökyüzünün siyahı toz oluyor, üstümüze çöküyor. Kirpiklerimizin arasına giriyor, gözlerimizi yakıyor, genzimize kaçıyor. Zaman, "Haydi", diyor, "Herkes hayata!". Toplatıyor hayalleri çığlık kokulu torbalara ve dünya dönüyor bir gün daha...

Gecelere erteliyoruz hayalleri, her gün ancak birkaç damla suluyoruz kurak ümitlerimizi. Sonra bir gün anlıyoruz ki, asıl gündüzleri uyuyoruz biz ve rüyalarımızda bekliyoruz, özgürlüğü emanet ettiğimiz geceleri.